............
YUSUF'UN RÜYASI
4- Hani Yusuf babasına "Babacığım; ben rüyamda onbir yıldızın, güneşin ve ayın önümde secde ettiklerini gördüm" dedi.5- Babası ona dedi ki; "Yavrum bu rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açık bir düşmanıdır.
6- Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin herşeyi bilir ve her işi yerinde yapar.
Hz. Yusuf bu rüyayı gördüğünde, daha küçük bir çocuk ya da ergenlik çağı öncesini yaşayan bir gençti. Ancak babasına anlattığı bu rüya, bu yaştaki bir çocuğun rüyasına hiç benzemiyordu. Eğer bu sıradan çocukluk rüyalarından biri olsaydı, yıldızları, güneşi ve ayı, yakalayıp tutacak denli yakınında ya da kucağında görebilirdi. Oysa, yıldızları, güneşi ve ayı kendisine "secde ederken", tıpkı bir saygı ve yüceltme ifadesi olarak başlarını secdeye koyan akıllı varlıkların hareketlerini andırır biçimde kendisine secde ederken görmüştü. Bu olayın aktarıldığı ayetin üslubunda bir vurgunun yeraldığını görüyoruz:
"Hani Yusuf babasına "Babacığım ben rüyamda onbir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm..."
Ardından "görmek" sözcüğünü yerinde kullanarak, ifadesini perçinleyecektir:
"Önümde secde ettiklerini gördüm."
Babası Hz. Yakub, ileri görüşlülüğü ve önsezisiyle bu rüyanın, Hz. Yusuf için anlam yüklü bir rüya olduğunu kavramıştır. Ama, ne Yakub, ne de kıssanın üslubu bu rüyanın tüm anlamını hemen açığa vurmayacaktır. Bu noktadaki en önemli olaylar, ancak iki perde sonra ortaya çıkacaktır. Rüyanın net biçimde anlaşılması ise son perdede, başlangıçtaki meçhul geleceğin artık görülüp bilinmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple Hz. Yakub bu aşamada, Hz. Yusuf'a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını öğütleyecektir. Bunun nedeni de yüreğindeki korkudur: Küçük Yusuf'un üvey ağabeyleri olan diğer çocukları, bu rüyayı duyduklarında, taşımakta olduğu müjdeyi farkedebilirler... Şeytan buradan hareketle onların özbenliklerinde bir gedik açabilir, onların yüreklerini kıskançlıkla doldurabilir. Onlar da şeytana uyarak Hz. Yusuf'un başına kötü işler açabilirler! Bu sebeple Hz. Yusuf'a;
"Yavrum, bu rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar!"
Ardından, bu sözünün gerekçesini de belirtecektir:
"Çünkü şeytan, insanın açık bir düşmanıdır."
Çünkü şeytan, insanların yüreklerine girerek onları birbirlerine karşı bileyebilmekte, onlara hataları ve kötülükleri çekici gösterebilmektedir.
Hz. İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub, bu rüyanın oğlu Yusuf için bir müjdenin habercisi olduğunu hissetmişti. Yaşadığı peygamberlik atmosferi, ayrıca atası İbrahim ve onun soyundan gelen mü'minlerin Allah tarafından kutsandığını bilmesi hasebiyle, sözkonusu müjdenin; din, kurtuluş ve bilgi bağlamında olabileceğini düşünmüştü. Onun tahminine göre, Hz. İbrahim'in soyundan gelen oğulları arasından seçkin kılınıp kutsanacak, böylece Hz. İbrahim'in soyundan gelen kutlular zincirine eklenecek kişi, böylesi bir rüya görmesi sebebiyle Yusuf olmalıydı... Bu yüzden ona şöyle dedi:
"Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar."
Böylesi bir rüyanın Hz. Yakub'a, yüce Allah'ın Hz. Yusuf'u seçkin kılacağını, ataları Hz. İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi, ona ve Yakub soyuna da tamamlayacağını düşündürmesi son derece doğaldır. Yalnız, bunlarla kalmayıp, ayrıca şu sözü de söylemiş olması ister istemez dikkatimizi çekmektedir:
"Sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek."
Bu ayetteki "te'vil" sözcüğünün anlamı, gelecekte olacakları bilmektir. Ancak (olayları ve rüyaları diye çevirdiğimiz) "el-ehâdîs"le gerçekten kastedilen nedir? Birinci sebep, Yakub bu sözüyle, Allah'ın Yusuf'u seçkin kılacağını, ona gerekeni öğreteceğini, "olaylar"ın daha baştan gelecekten nasıl sonuçlanacağını anlayabilecek denli sağlıklı bir ileri görüşlülük ve keskin bir sezgi lütfedeceğini kastetmiştir. Bu, ileri görüşlü, kavrama gücü keskin bir kula, Allah katından verilmiş bir ilhamdır. Nitekim Hz. Yakub bu konudaki sözlerini, hikmet ve Allah katından verilmiş bilgi atmosferi içinde, şöyle noktalamaktadır:
"Rabbin her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar."
İkinci sebep ise "el-ehâdîs"le, -daha sonra Yusuf'un yaşamında gerçekten gerçekleştiği biçimiyle- rüyaların ve düşlerin kastolunmasıdır.
Sözünü ettiğimiz her iki sebep de mümkün ve de gerek Yusuf'un, gerekse Yakub'un içinde bulundukları atmosfere uygun durumdadır.
Yeri gelmişken, bu surenin ve kıssamızın teması durumundaki rüyalar ve düşler konusuna kısa da olsa değinmeye çalışalım.
Bizler kimi rüyaların, ama yakın ama uzak gelecekteki kimi olayların habercisi olabildiğine inanmak durumundayız. Neden inanmak durumundayız? Birincisi, Yusuf'un rüyası, onun zindan arkadaşları olan iki delikanlının rüyası ve Mısır kralının rüyasının gerçekten doğru çıktıklarını bu surede görmüş bulunuyoruz. İkincisi ise, kimi kez kendi yaşamımızda bile, gördüğümüz bazı rüyaların gerçekten doğru çıktığına tanık olabilmekteyiz. Öyle ki, bunun olabilirliğini inkâr etmemiz adeta olanaksızlaşmaktadır... Zira, bunun gerçekliğine bizzat kendimiz tanık olmuşuzdur!
Buna inanmamız için, aslında birinci neden yeterlidir. Ancak, inatlaşma bir yana bırakılırsa, inkâr edilmesi olanaksız bir reel gerçek olması hasebiyle ikinci nedenden de söz ettik...
Rüya dediğimiz olay nedir?
Psikanalizin verdiği yanıt: Bilincin devre dışı kalmasıyla, bastırılmış arzular arasındaki kimi arzuların şekillenmesidir.
Bu, rüyaların sadece bir yönüne ilişkindir. Bir başka deyişle, rüyaların tümü böyle değildir. Nitekim, bilimsellikten uzak yargılarına ve teorisindeki tüm çarpıklıklarına karşın Freud bile, gelecekten haber veren rüyaların varlığını itiraf etmektedir.
Öyleyse, bu tür rüyalar nasıl açıklanabilir?
Her şeyden önce, bu tür rüyaları bizim kavrayabilmemiz ya da kavrayamamızla, böylesi rüyaların olabildiğini ya da bazı rüyaların doğru çıktığını kanıtlama arasında hiçbir ilgi kurulamayacağını belirtmeliyiz. Bizim burada yaptığımız, esrarengiz yaratık insanın kimi niteliklerini ve Allah'ın varlık dünyası belirlediği kimi yasalarını sadece kavrayabilmeye çabalamaktır.
Sözkonusu türden rüyalar konusunda bizim anlayışımız şudur: Geçmiş, gelecek ya da görüş ötesi şimdiki zamandan insanı izole eden engeller, zaman ve mekândır. Geçmiş ya da geleceği görmemizi engelleyen faktör; zamandır. Görüş uzağımızdaki şimdiki zamanla aramızda perde çeken faktör mekândır. Ancak, insanda özünü kavrayamadığımız bir duyum, kimi kez harekete geçip çok güçlü bir hale gelerek, zaman engelini aşıp, bazı şeyleri belli-belirsiz biçimde de olsa görebilmektedir. Bu bilgi değil, ama bir tür sezgidir. Bazı kimselerde uyanık oldukları bir sırada, bazı kimselerde ise rüyada, sözkonusu duyumun yoğunlaşmasıyla birlikte, zaman ya da mekân, kimi kez de hem zaman, hem mekân engelinin aşıldığı görülebilmektedir. ( Bu noktada anlatılan şeylere inanmayacak bile olsam, Amerika'dayken yaşadığım bir olayı asla unutamam. Ailem Kahire'deydi. Bir gece rüyamda kız kardeşimin oğlunu gördüm; gözü hiçbir şey göremeyecek denli kan içindeydi... Oturup Kahire'ye aileme bir mektup yazdım. Mektupta, sözkonusu yeğenimin gözüne bir şey olup olmadığını da bizzat sormaktaydım. Daha sonra bana gönderdikleri cevabi mektupta yeğenimin, gözündeki iç kanama nedeniyle tedavi altında olduğunu belirtiyorlardı. Çok ilginçtir, aslında iç kanama dışarıdan farkedilemez. Bu nedenle yeğenimin gözüne sadece dışarıdan bakanlar, bu kanamayı göremediklerinden, bir şey yok diye düşünmektedirler. oysa, dışarıdan görülmemekle birlikte içeride bir kanama sözkonusudur. Neticede gördüğüm rüya bu iç kanamayı bana göstermişti... Bu örneğin yeterli olacağını düşünerek, daha başka örneklemelere geçmeye gerek görmüyorum.) Aslına bakılırsa, insan olarak bizler, zaman ve mekânı da gerçek içyüzüyle kavrayabilmiş değiliz. Bizim için maddi bağlamdan öteye geçmeyen zaman ve mekân konusundaki bilgimizin bile, kesin olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz: "Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir." (İsra Suresi 85)
Bu olgu nasıl açıklanırsa açıklansın, Hz. Yusuf her halukârda sözkonusu rüyayı görmüş bulunmaktadır. Bu rüyanın nelerin habercisi olduğunu da daha sonra göreceğiz.
...................
HZ. YUSUF VE ZİNDAN SINAVI
35- Sonra adamlar, Yusuf'u belirli bir süre için hapse atmayı gerekli gördüler. Oysa onun masum olduğunu kanıtlayan bunca delil gözleri önünde duruyordu.
36- İki genç, onunla birlikte hapse girmişlerdi. Bunlardan biri "Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm"dedi. Öbürü de dedi ki; "Rüyamda başımın üzerinde bir somun ekmek taşıdığımı gördüm, onu kuşlar yiyorlardı. Bu rüyalarımızın ne anlama geldiklerini bize anlat. Çünkü biz senin iyiliksever bir adam olduğunu görüyoruz. "
İşte saraylardaki atmosfer! İşte zorba sistemin atmosferi! İşte aristokrat çevrelerdeki atmosfer! İşte cahiliye atmosferi! Yusuf'un suçsuzluğuna ilişkin şüpheye en ufak yer bırakmayacak kanıtlar bulunduğunu görmüşlerdi... Kibirinden kimseyi görmez hale gelen başvezirin eşi, kendisi için yanıp tutuştuğu kölesini kadınlara göstermek üzere, onlara bir parti düzenlemişti. Partide, bu köleye vurulduğunu açıkça söylemiş, diğer kadınlar da bu köleye vurulup onu baştan çıkarmaya çalışmışlardı. O ise tüm bunlar karşısında, kendisini kurtarıp koruması için Rabbinden yardım istemişti. Üstelik başvezirin eşi, tüm kadınların huzurunda -utanmaksızın ve arlanmaksızın- bu kölenin, ya emrini yerine getireceğini ya da hapse tıkılıp kahra uğrayacağını açık açık söylemişti. Ama tüm bunlara karşı sonuçta Yusuf, emrolunduğu üzere hapse atılıyor!
Tüm bunların ardından onlar yine de, onu bir süre için hapse atmayı uygun görüyorlar!
Kadın, tehdit sonrası gösterdiği çabalardan da umudunu kesmiş; bu mesele iyice dallanıp budaklanarak belki de sokaktaki halkın bile diline düşmüş olmalıydı... Artık, "aristokratlığın" onurunu korumak gerekiyordu! Aristokrat hatunların beyleri, ailelerine ve hanımlarına sahip çıkamasalar da, "soylu sınıf (!)"a mensup, abayı yakmış, aşkı ayyûka çıkmış, halk arasında bile dilden dile anlatılır olmuş bir kadının isteğini yapmadı diye, hiçbir suçu bulunmayan bir genci hapse tıkıvermekten de aciz değiller ya!
"İki genç, onunla birlikte hapse girmişlerdi."
Daha sonra bunların, bu iki mahkûmun kralın özel uşaklarından olduklarını öğreneceğiz.
Buradaki ayetlerde, Yusuf'un hapiste ne işler yaptığı, ne denli dürüst ve iyi bir insan olduğunun anlaşıldığı, herkesin ona gıpta ettiği, tüm tutukluların sonsuz güvenini kazandığı, aralarında kara talihin sarayda çalışmaya ya da hizmetçiliğe sürüklediği ve sırf yersiz bir kaprisle kendilerine kızıldığı için hapse atılmış kimselerin de bulunduğu vb. hususlara değinilmiyor. Tüm bu ayrıntılar bir yana bırakılarak hemen, Yusuf hapisteyken onunla arkadaş olmuş iki delikanlının, gördükleri rüyaları ona anlattıkları bir sahneye geçiliyor. Yusuf'un temiz, dindar, sürekli Allah'ı hatırlayan iyi bir kul ve ahlâklı bir insan olduğunu anlayan bu iki delikanlı, ondan rüyalarını yorumlamasını istemektedir:
"Bunlardan biri "Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm" dedi. Öbürü de dedi ki; `Rüyamda başımın üzerinde bir somun ekmek taşıdığımı gördüm, onu kuşlar yiyorlardı. Bu rüyalarımızın ne anlama geldiklerini bize anlat. Çünkü biz senin iyiliksever bir adam olduğunu görüyoruz."
Yusuf bunu, tutuklular arasında doğru inancını yayabileceği bir fırsat olarak değerlendiriyor. Zira, yeryüzündeki yöneticileri rabb konumuna yerleştirme, rabbliğin niteliklerini kendilerine malederek Firavunlaşmış olan bu tür insanlara boyun eğme temeline dayalı çarpık anlayışları ve bozuk inançları düzeltme noktasında, Yusuf'un tutuklu oluşu, onun bu konudaki yükümlülüğünü kaldırmamaktadır!
Hz. Yusuf, bu iki hapishane arkadaşıyla yaptığı konuşmaya, onların kafasını kurcalayan konudan başlıyor. Önce, rüyalarını yorumlayacağını söyleyerek onları rahatlatıyor. Zira O, tıpkı kendisinden önceki ataları gibi sadece ve sadece Allah'a kulluk ettiğinden, kulluk noktasında O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığından, Allah da mükâfat olarak kendisine özel bir bilgi bahşetmiştir... Böylece daha ilk planda, onların kendi dinine karşı güvenlerini kazandığı gibi, rüyalarını yorumlayabileceği noktasında da güvenlerini kazanıyor:
37- Yusuf dedi ki; "Payınıza ayrılan yemek, henüz önünüze gelmeden önce onun ne olduğunu size bildirebilirim. Bu önsezi bana Allah'ın öğrettiği bilgilerdendir. Ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden milletin dininden çıktım. "
38- "Onun yerine atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinlerine bağlandım. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz. Bu inanç Allah'ın, gerek bize ve gerekse tüm insanlara yönelik bir lütfudur. Fakat insanların çoğu Allah'a şükretmezler. "
Hz. Yusuf'un konuyu ele alış biçiminde izlediği yöntemde, kişilerin gönüllerine girebilme noktasında bir incelik; konuşması sırasında yaptığı geçişler ve kullandığı üslupta hoşgörülü bir nezaket göze çarpıyor... Kıssanın baş kahramanı Yusuf'un, tüm olaylarda tanık olduğumuz ayırıcı niteliğidir bu...
"Yusuf dedi ki; payınıza ayrılan yemek, henüz önünüze gelmeden önce onun ne olduğunu size bildirebilirim."
Böylece, karşılarındaki adamın yenilecek yemeği daha gelmeden görebilecek ve gördüğünü bildirebilecek denli özel bir bilgiye sahip olduğuna güvenmeleri gerektiği vurgulanıyor: Bunun yanısıra bu sözde -elbette ki Allah'ın, salih kulu Yusuf'a bahşettiği nimete ve de ayrıca- geleceğe ilişkin haber verme ve rüya yorumlama gibi o dönemin karakteristik yapısına işaret vardır. Yine Yusuf, onların gönüllerini kazanarak Rabbinin yoluna davet edebilmek için onlara rüyalarını yorumlamada yararlanacağı özel bilgisini açıklarken kullandığı "Bu önsezi bana Allah'ın öğrettiği bilgilerdendir." biçimindeki ifadesini de psikolojik açıdan tam gediğe yerleştirdiği gözleniyor.
"Ben, Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden milletin dininden çıktım."
Hz. Yusuf bu sözüyle aralarında yetiştiği millete; başvezirin ailesi, kralın kurmayları, milletin ileri gelenleri ve onlara tâbî olan halka işaret ediyor. Aslında karşısındaki delikanlılar da o milletin dinindendir. Ama Hz. Yusuf, onların kişiliklerini hedef seçmiyor. Tam tersine, onları rencide etmemek, kendinden nefret ettirmemek için, genel bazda sözkonusu milleti hedef seçiyor. Bu bir üsluptur, hikmettir, nezakettir, kişilerin gönlüne güzellikle girebilme yöntemidir.
Yusuf'un burada ahiretten söz etmesi, -daha önce de belirttiğimiz üzere insanlık var oldu olalı ahirete imanın, tüm peygamberlerin öğrettiği biçimiyle inancın temel öğelerinden biri olduğunu perçinlemektedir. Mukayeseli Dinler Bilimi'nde ileri sürüldüğü gibi, gerçi ahiret inancı cahiliye inançlarına sonradan girdiği doğrudur, ama bu inanç bozulmamış, semavi dinlerin sürekli temel unsuru olmuştur.
Kâfirlik inancının genel niteliklerini açıklamasının ardından Yusuf, kendisinin ve atalarının tâbî olduğu imana dayalı inanç sisteminin genel niteliklerini açıklamaya devam ediyor:
"Onun yerine atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinlerine bağlandım. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz."
Bu, Allah'a asla hiçbir ortak koşmayan gerçek tevhid dinidir... Tevhide erebilmek, doğru yola ulaşanlara Allah'ın bir lütfudur... Çaba göstermeleri, istemeleri durumunda tüm insanların onurlanabilecekleri bir lütuftur bu. Bunun kökleri ve ipuçları, insanın doğasındadır. Esprileri ve kanıtları, insanların çevresindeki varlıklar alemindedir. Açıklaması ve tanımı, peygamberlerin getirdikleri mesajlardadır. Ama insanlar bizzat kendileri, bu lütfu anlamadıklarından, buna şükretmesini de bilmemektedirler:
"Bu inanç; Allah'ın, gerek bize ve gerekse tüm insanlara yönelik bir lütfudur. Fakat insanların çoğu Allah'a şükretmezler."
Tatlı mı tatlı bir giriş... Dikkatlice ve yumuşak bir edayla adım adım ilerlemektedir Yusuf... Giderek, onların yüreklerinin ta içine girecek; inancını ve çağrısını ayrıntısıyla ve bütünüyle açacak; onların ve mensup oldukları milletin inançlarındaki bozukluğu, yaşadıkları realitedeki bozukluğu gözler önüne serecektir... Nitekim şu ana dek yaptığı uzun girişin ardından hemen ekliyor:
39- "Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?"
40- "Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."
Yusuf -Allah'ın selâmı üzerine olsun- burada, harikulâde, son derece net ve aydınlatıcı şu birkaç cümleyle, bu dinin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş bulunuyor. Yine şirk, tağut ve cahiliye sisteminin temellerini de son derece şiddetli bir biçimde sarsmış durumda:
"Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?"
Yusuf, karşısındaki iki genci kendine arkadaş ediniyor. "Arkadaşlarım" diyerek, onların sevgisini kazanıyor. Buradan hareketle de, çağrısının özüne, inancının temeline inmeye başlıyor. Onları kendi inanç sistemine hemen doğrudan çağırmak yerine, önce onlara nesnel bir soru yöneltiyor:
"Çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir."
İnsanın özbenliğini, merkezinden vuran, şiddetle sarsan bir sorudur bu. İnsanın özbenliği tek bir ilah tanıdığı halde, birçok rabblerle karşılaşılması neyin nesidir?.. Kulluk edilecek, buyruğuna boyun eğilecek ve şeriatına uyulacak Rabb olmaya gerçek anlamıyla lâyık olan sadece, her şeyden üstün tek Allah'dır. Tanrı birlenip, onun varlıklar dünyasında her şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğu benimsendiğinde, buna bağlı olarak, rabbin de birlenmesi ve onun insanların yaşamında her şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğunun benimsenmesi gerekmektedir. Allah'ı bir ve her şeyden üstün kabul eden insanların, onun dışında birinin buyruğuna boyun eğmeleri ve Allah dışında bir rabb edinmeleri, bir an için bile olsa asla mümkün değildir. Rabb olarak sadece ve sadece, evrendeki tüm yasaların sahibi ve evrenin yöneticisi durumundaki Allah tanınmalıdır. Tüm evrene söz geçirebilmekten aciz bir kimsenin, buyruklarıyla evrene üstünlük sağlayamazken, otoritesiyle insanlar üzerinde üstünlük sağlayan bir rabb konumuna geçmesi asla doğru değildir!
Burunların ötesini görmeyen bütünüyle kör, aciz, bilgisiz, benmerkezci bir sürü uydurma rabblere boyun eğmek yerine, insanların, her şeyden üstün tek Allah'ın Rabliğine boyun eğmeleri kuşkusuz en doğru olanıdır. Burada belirttiğimiz eksiklikler, Allah dışındaki tüm uydurma rabbler için geçerlidir. insanlığın yaşadığı korkunç perişanlığın temelinde, bir sürü uydurma rabbler edinerek parçalanma ve kulların sözkonusu uydurma rabblerin aralarındaki bencillikler ve çekişmeler doğrultusunda darmadağın olmaları yatmaktadır... Tarih boyunca kimi zaman yeryüzünün sahte rabbleri Allah'ın otoritesini ve rabbliğini kendilerine yamamışlar; kimi zaman da cahil kimseler bilgisizlik, hurafe ve efsanelerin etkisiyle ya da baskı, aldatmaca ve propaganda etkisiyle onlara böylesi bir otorite sunmuşlardır. Yeryüzünün bu sahte rabbleri, ben merkezcilikten, salt kendini ve koltuğunu düşünmekten; kendi otoritesini sürdürüp güçlendirme noktasındaki o amansız hırstan kendilerini bir an için bile olsa sıyıramamaktadırlar. Bu sebeple de otoriteleri için, ama yakın ama uzak vadede, bir tehlike olarak gördükleri tüm güçleri, tüm potansiyelleri ortadan kaldırabilmek; aldatmacaları gün yüzüne çıkıp sona ermemesi için tüm güçleri, tüm olanakları kendilerine övgüler döktürmeye, kendilerinin borazanlığını yapmaya seferber edebilmekten başka bir şey düşünmemektedirler!
Her şeyden üstün olan tek Allah, evrendeki hiçbir şeye en ufak bir gereksinim duymayacak denli güçlüdür. O kullarının, erdemliliğinden, kurtuluşundan; çalışmasından ve belirlediği ilkeler doğrultusunda ilerleme kaydetmelerinden başka hiçbir şey istememektedir. Onların bu yoldaki tüm çabalarını, kendisine ibadet olarak saymaktadır. Kullarını yükümlü kıldığı ibadetlerde bile amaç, onların yaşamlarını ve durumlarını en iyi düzeye getirebilmek için, yüreklerini ve duygularını ıslah edebilmektir... Yoksa Allah'ın kullara hiçbir ihtiyacı yoktur. "Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsızın, Allah ise müstağnîdir, övülmeye lâyık olandır..." (Fâtır Suresi 15) İşte, her şeyden üstün tek Allah'a boyun eğmek ile çeşitli uydurma rabblere boyun eğmek arasında böylesine büyük bir farklılık vardır...
Daha sonra Hz. Yusuf, bir adım daha ilerleyerek, cahiliye inancını ve cahiliyenin korkunç kuruntularını çürütmeye geçiyor:
"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir."
İster beşer türünden olsun, isterse beşer dışındaki ruhlar, şeytanlar, melekler, Allah'ın hakimi bulunduğu evrensel güçler türünden olsun, sözkonusu sahte rabblerin tamamı, rabblik noktasında bir hiçtir, rabblik gerçeğinin en ufak bir niteliğine bile haiz değildir. Rabblik sadece ve sadece, her şeyden üstün ve tek olan, kulların yaratıcısı ve onların tümünden üstün bir konumda bulunan Allah'a aittir... Gelgelelim çeşitli cahili sistemlere ve ortamlara mensup kimi insanlar, sözkonusu sahte rabblere, kendi kafalarından bazı isimler yamamakta, bazı sıfatlar takmakta ve de kimi özellikler yakıştırmaktadır. Bunların başında da bu tür sahte rabblere tanınan, hüküm koyma ve otorite yetkisi gelmektedir... Oysa Allah onlara ne böylesi bir otorite tanımış, ne da onların doğru olduklarına ilişkin bir delil indirmiştir...
Bu noktada Yusuf, bu çürük inanç sistemini yere sermek üzere son darbesini indirerek, doğruyu açıklıyor: Otorite kimin olmalıdır? Hüküm koyma yetkisi kimin olmalıdır?! Kime boyun eğilmelidir?! Bir başka deyişle, kime "kulluk" edilmelidir?!
"Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."
Hüküm koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah'ın olmalıdır. İlahlığının her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece Allah'a özgüdür. Zira egemenlik tanrılığın niteliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, ister bir birey, bir sınıf, bir parti, ister bir grup, bir ulus, isterse uluslararası bir örgüt şemsiyesi altında tüm insanlar olsun- tanrılığın nitelikleri noktasından herkesten önce Allah'a savaş açmış demektir. Tanrılığın baş niteliği durumundaki egemenlik noktasında yüce Allah'a savaş açan ve egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, yüce Allah'ı apaçık bir biçimde inkâr etmiştir. Böyle bir kimsenin kâfir olduğu noktasında dinin kesin hükmü için, sadece bu ayetteki ifade bile yeterlidir!
Kişiyi dosdoğru dinin çerçevesinin dışına çıkaran, tanrılığın baş niteliği konusunda Allah'a savaş açmış bir konuma getiren böylesi bir iddia için, sadece putperestlikte tek bir kalıp yoktur. Bir başka deyişle böylesi bir iddiaya kalkışan kişinin ille de, "Sizin için, kendimden başka bir tanrı tanımıyorum!" ya da -tıpkı Firavun gibi açıkça- "Sizin en yüce rabbiniz benim!" demiş olması şart değildir. Sadece, Allah'ın şeriatını egemen kılmayıp, bir kenara iterek, yasaları başka bir temele dayandırmak ya da sadece Allah dışında egemen konuma gelmiş makamdakileri, otoritenin kaynağı olarak görmek bile bu türden bir iddiaya kalkışmış bir konuma sürüklenmeye yeterlidir. Bunu yapan, tüm uluslar ya da bir grup insan bile olsa, durum değişmemektedir... İslâm sisteminde ümmet, kendisine bir yönetici seçerek ona Allah'ın şeriatının hükümlerini uygulama yetkisini verir. Ancak bu, yasalara meşruluk kazandıran egemenliğin temelinde ümmetin bulunduğu anlamına gelmez. Tam tersine egemenliğin kaynağı sadece Allah'ındır. Ne var ki, İslâm araştırmacılarından bile pek çok kimse, hükümet eden yani yöneten ile otorite kaynağını birbirine karıştırmaktadır. İnsanlar bir bütün olarak, egemenlik yani hüküm koyma hakkına sahip değildirler. Bu hak sadece, bir olan Allah'a aittir. İnsanlar sadece, Allah'ın şeriatında bildirdiği hükümleri uygulamak durumundadırlar. Allah'ın şeriatında yer almamış bir hükmün ne doğruluğu sözkonusudur, ne de meşruluğu! Doğru olan, sadece Allah'ın koyduğu hükümlerdir...
Hz. Yusuf, hüküm koyma hakkının sadece Allah'a ait olduğunu açıklamasının ardından şöyle diyor:
"O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir."
Bu açıklamayı Arap insanının anladığı biçimiyle anlayabilmemiz için öncelikle, sàdece bir olan Allah'a özgü kılınan "tapmanın, kulluk etmenin" anlamını iyice kavramamız gerekmektedir...
Ayette bunu ifade için kullanılan "a-be-de" fiilinin sözlük anlamı: itaat etmek, boyun eğmek, onurunu yenip alçakgönüllü olmaktır... Başlangıçta bu fiilin, İslâmdaki terminolojik anlamıyla dinin gereklerini yerine getirmeyi içermesi sözkonusu değildi. Sadece, sözlük anlamıyla alınması söz konusuydu... Zaten bu ayet ilk indiği sırada, dinin gerekleri tümüyle henüz bildirilmediğinden, sözkonusu fiilin o anda terminolojik anlamını da içerebilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla bu fiille ifade edilmek istenen, o an için sözlük anlamındaki kapsamdır. Ki bu aynı zamanda, terminolojik anlamda da aynen yer alacaktır. Bununla anlatılmak istenen; gerek kulluk noktasında, gerek yasalar ve ahlâki davranışlar noktasında, sadece Allah'a itaat etmek, sadece O'na boyun eğmek, sadece O'nun buyruklarını benimsemektir. Dolayısıyla kulluğun gerçek göstergesi, tüm bu konularda sadece Allah'a boyun eğmektir. Zira Allah, yaratıklarından herhangi bir kimseye değil, sadece kendisine kulluk edilmesini istemiştir.
Tapınmanın, kulluk etmenin anlamını bu şekilde kavramamızın ardından Yusuf'un, hükmü sadece Allah'a özgü kılmayı, neden sadece yüce Allah'a kul etmekle açıkladığını da daha iyi anlıyoruz. Zira, hüküm yüce Allah'dan başkasına ait olması durumunda, O'na kulluk edebilmek, O'na boyun eğebilmek gerçek anlamda mümkün değildir. Yüce Allah'ın, gerek insanların yaşamı, gerekse varlıklar düzeni için kaderde belirlediği karşı konulamaz hükümlerinde de; insanların yaşamlarına ilişkin belirlediği ve seçimi onların iradesine bıraktığı şeriatındaki hükümlerinde de aynı olgu geçerlidir. O'na boyun eğmek, ancak O'nun tüm hükümlerinin benimsenmesiyle gerçekleştirilebilir.
Burada bir kez daha yineliyoruz: Hüküm noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenin Allah'ın dininden çıkması demektir. -Bu, dinin mutlak ve açık bir hükmüdür!- Çünkü. böylesi bir eylem kişiyi, sadece Allah'a kulluk etme çizgisinin bütünüyle dışına çıkarmaktadır... Hüküm noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenlerin Allah'ın dininden kesinkes çıkmasına neden olan düpedüz bir şirktir! Buna cüret edenin iddiasında haklı olduğunu düşünenler; böyle bir kimseye itaat edenler; onun Allah'a ait otorite ve nitelikleri gaspetmesini yüreklerinde de olsa kınamayanlar da, onunla aynı akıbete düşmüşlerdir! Allah'ın tartısına vurulduklarında, sonuçta hepsinin durumu aynıdır!
Yusuf, gerçek dinin, hükmü Allah'a özgü kılarak sadece O'na kulluk etmek olduğunu belirtiyor:
"Dosdoğru din, işte budur."
Bu sözle bir sınırlama ifade ediliyor: Hükmü Allah'a özgü kılarak sadece O'na kulluk etmeye çağıran bu din dışında, dosdoğru olan hiçbir din yoktur!
"Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."
Bilmediklerinden ötürüdür ki Allah'ın bu dosdoğru dinine uymamaktadırlar. Bu noktada hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin, ne inanması beklenebilir, ne de gerekenleri yapması!.. Dinin özünü ve gerçeğini bilmeyen birtakım kimseleri, onlar da bu dine mensup diye nitelemek ne akla sığar, ne de realiteye! Bu tür kimseleri müslüman olarak niteleyip eksikliklerinin faturasını da bilgisizliklerine çıkarmak geçerli bir mazeret değildir. Zira bilgisizlik ya da bilmemek, sözkonusu niteliği taşıyabilmeyi anında engellemektedir. Aslında bir şeye inanmak, o şeyi bilip öğrenmiş olmanın sonucudur... Akla da mantığa da uygun olanı budur. Bunun böyle olduğu zaten kendiliğinden apaçık ortadadır.
Hz. Yusuf, harikulâde, net mi net, aydınlatıcı birkaç cümleyle bu dinin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş bulunuyor. Öte yandan cahiliye sisteminin temellerini de şiddetli bir biçimde sarsmış durumda..
Tağut, ilahlığın en başta gelen niteliği durumundaki "rabblik" iddiasında bulunmadıkça yeryüzündeki varlığını koruyamaz. Bu amaçla o, insanları kendi buyruğu ve hükmüne köleleştirebilme; kendi düşüncesine ve yasalarına boyun eğdirebilme peşindedir. Dolayısıyla, sözkonusu iddiasını, gerçek düzlemde pratiğe dökebilme sevdasındadır. Bunu diliyle açıkça söylememiş olabilir belki ama, uygulamaları bu noktada sözden çok daha güçlü bir kanıt ve gösterge durumundadır.
Tağut ancak, insanların yüreklerinde dosdoğru din ve gerçek inançtan eser kalmadığı sırada ortaya çıkıp varlığını sürdürebilir. Hükmün sadece Allah'a ait olduğu; zira kulluğun sadece bir olan Allah'a yapılması gerektiği; kulluğun hükme boyun eğmek anlamına geldiği; bunun aslında kulluğun bir göstergesi olduğu vb. esaslar insanların inançlarında gerçekten yer ettiği zaman tağutun varlığını sürdürebilmesi asla mümkün değildir.
Yusuf, iki arkadaşının kafalarını kurcalayan konuyla bağlantılı olarak konuşmaya başlayıp, onlara vermek istediği öğütü mükemmel bir biçimde noktalıyor. Sonra da, tüm söz ve açıklamaları için onlara daha da güven verebilmek için, öğüdünü bitirir bitirmez, rüyalarının yorumunu da hemen yapıveriyor:
41- "Ey hapishane arkadaşlarım, rüyalarınızın yorumuna gelince biriniz eskisi gibi efendisine içki sunacak, öbürünüz ise idam edilecek ve başını kuşlar kemirecek. Benden yorumlamamı istediğiniz rüyalara ilişkin hüküm bu şekilde kesinleşti. "
Nezaketinden, ayrıca böylesi bir şer ve kötülük karşısında elinden bir şey gelmeyeceğinden ötürü, hangisini müjdeli hangisini de karayazının beklediğini belirtmiyor. Ancak onlara, Allah'ın kendisine lütfettiği bilgiye göre bu meselenin kesinliğini vurguluyor:
"Benden yorumlamamı istediğiniz rüyalara ilişkin hüküm bu şekilde kesinleşti."
Bu iş, Allah'ın belirlediği gibi noktalanacaktır.
Yusuf, kralın araştırıp soruşturmaksızın verdiği bir emirle suçsuz yere yatıyordu. Bu tür çevrelerde sık sık rastlandığı gibi, kralın çevresindeki kimi jurnalciler, Yusuf'un başvezirin eşi ve diğer kadınlarla olan meselesini bütünüyle çarpıtarak aktarmış ve böylece kralı dolduruşa getirmiş olmalıydılar. Yusuf krala, davasının gerçekten soruşturulması için meselesini iletebilmek istiyordu:'
42- Yusuf, kurtulacağını tahmin ettiği arkadaşına "Efendinin yanında benden söz et" dedi. Fakat şeytan, efendisine Yusuf'tan sözetmeyi adama unutturdu; bu yüzden Yusuf, daha birkaç yıl hapiste kaldı.
Efendinin yanında, benim durumumu, halimi, meselemin gerçek yüzünü ı! O ki, onun şeriatını benimsemen, onun hükümlerine boyun eğmen nedeniyle senin hüküm koyucu yöneticin ve efendin; dolayısıyla rabbin durumundadır! Nitekim ayette "efendi", "rabb" sözcüğüyle ifade ediliyor! Rabb sözcüğü, efendi, yönetici, egemen ve yasa koyucu demektir... Buradaki ayette, bir islâmi terim olarak "rabbliğin" anlamı noktasında bir pekiştirme sözkonusudur. Burada dikkat çekici bir husus var: "Çoban" kralları, Firavunlar gibi bizzat sözle rabbliklerini iddia etmiş değildirler. Yine, Firavunlar gibi kendilerini tanrı ya da tanrılar olarak da nitelemiş değildirler. Ama egemenlik ve hüküm belirleyicilik noktasında, bir rabb görünümüne bürünmüşlerdir! Oysa bu da, rabblığın anlamına dahil bulunmaktadır!
Ayette Hz. Yusuf'un yaptığı yorumun gerçekleştiği, olayların Yusuf'un yorumladığı biçimde geliştiği aktarılmıyor. Bundan hiç söz edilmeksizin geçilmesinden, tüm bunların gerçekleştiğini anlıyoruz. Yusuf'un, kurtulacağını sanmış olduğu kimse kurtulmuştur. Gerçekten kurtulmuş ama, Yusuf'un ricasını yerine getirmemiştir.. Zira Yusuf'un kendisine söylediği sözleri unutmuştur. Yeniden kavuştuğu saray yaşamının yoğunluğu ve şatafatı arasında, Yusuf'u efendisine hatırlatmayı unutmuştur. Hapisten kurtulmasının ardından, bir daha ne Yusuf'u hatırlamıştır, ne de Hz. Yusuf'un meselesini:
"Fakat şeytan, efendisine Yusuf'tan sözetmeyi unutturdu." "Bu yüzden Yusuf daha birkaç yıl hapiste kaldı."
Ayetteki "le-bi-se (kalmak)" fiilinin öznesi Yusuf'tur. Yüce Allah Yusuf'un sorununun, bir kulun yardımıyla ya da bir kulun parmağının karıştığı bir vesileyle çözümlenmesine izin vermiyor. Böylece Yusuf'a; O'nun dilerse tüm vesileleri işlemez hale getirebileceğini, çözümün sadece O'nun elinde bulunduğunu öğretmek istiyor. Bu, Yusuf'un O'nun seçkin kıldığı, nimetler bahşettiği bir kimse oluşundan ötürüydü.
Kuşkusuz yüce Allah'ın gerçek kulları, O'na tam bir içtenlikle yönelmek, tüm meselelerinde bütünüyle sadece O'na teslim olmak, attıkları her adımda O'nun denetimini arzulamak durumundadırlar. İnsanı zaaflarından ötürü bu tutumlarını bir an için sergileyememe durumu ortaya çıkınca, yüce Allah yine lütfederek onları, sözkonusu tutumlarını yine koruyabilecek bir bilince kavuşturur. Bu bilinci kazandıktan, zevkini tadıp kuşandıktan sonra onların yüce Allah'a karşı itaat, rıza, sevgi ve özlem içerisinde olduklarını görürüz... Böylelikle, Allah'ın onlar üzerindeki nimeti de tamamlanmış olur...
KRALIN RÜYASI
Şimdi, kralın meclisindeyiz. Kendisi için çok önemli bulduğu bir rüya görmüştür. Çevresindeki ileri gelenlerden, kâhinlerden ve geleceği okumayla ilgilenen kimselerden, rüyasının yorumunu istemektedir:
43- Bir gün kral dedi ki; "Ben rüyamda yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini, ayrıca yedi yeşil ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Efendiler, eğer rüya yorumlamayı biliyorsanız, bu rüyamın ne anlama geldiğini bana söyleyiniz. "
44- Kralın adamları dediler ki; "Bu gördükleriniz birtakım karmaşık, birbirinden kopuk hayallerdir. Biz karmaşık hayallerin yorumunu bilemeyiz. "
Kral, rüyasının yorumunu istiyor. Ancak çevresindeki kimselerin ve kâhinlerin ileri gelenleri, bu rüyayı yorumlayamıyorlar. Ya da rüyanın bir kötülüğe işaret olduğunu sezinlemelerine karşın, bunu kralın yüzüne karşı açıkça söylemeye yanaşmıyorlar. Yöneticilere onları memnun kılacak şeyleri söyleme, keyiflerini kaçıracak şeyleri ise örtbas etme ya da anlatmaktan kaçınma; bu tür yardakçılar sınıfının hep kullandıkları bir yöntem değil midir zaten! Anlattığın "birtakım karmaşık birbirinden kopuk hayallerdir." diyorlar. Bu, bir anlam taşıyan bütün bir rüya değil, tam tersine bir sürü rüyanın birbirine girdiği karmakarışık bir hayal yumağı diyorlar. Sonra da, karışık rüyalar adeta hiçbir anlam ifade etmezmişçesine, ekliyorlar:
"Biz karmaşık hayallerin yorumunu bilemeyiz."
Şu ana dek üç rüyayla karşılaştık. Hz. Yusuf'un rüyası, onun iki hapishane arkadaşının rüyası ve kralın rüyası... Herbirinde de rüyanın yorumu arandı. Bu rüyalara bu denli önem verilmesi, -daha önce de belirttiğimiz üzere- gerek Mısır'da gerek Mısır dışında o dönemin karakteristiğinden bizlere bir kesit sunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Yusuf'a bahşedilen bu ilahi yetenek, -peygamberlerin mucizelerinde de gördüğümüz gibi, kendi çağının atmosferi ve karakteristiğiyle bütünüyle uyuşmaktadır. Acaba Hz. Yusuf'un mucizesi de bu mudur? Ancak bu araştırmanın yeri, "Fï Zılâl-il Kur'an" değil. Biz şimdi kralın rüyası meselesini tamamlamaya bakalım.
Sözkonusu olay üzerine Hz. Yusuf'un hapishane arkadaşlarından biri, hemen onu hatırlıyor... Bu kişi hapisten kurtulmuş, ama şeytan ona, efendisine Yusuf'u hatırlatmayı unutturmuştu. Şeytan saray, büyük adamlar, âlemler, şaraplar ve içkilerin girdabı içinde Yusuf'u hatırlamayı, ona unutturuvermişti... Ama nihayet kralın rüyası üzerine bu kişi, kendisinin ve arkadaşının rüyasını yorumlayan ve dediği de gerçekten doğru çıkan kimseyi hatırlatıyor:
45- Yusuf'un hapishaneden kurtulan ve kendisini ancak uzun bir süre sonra hatırlayan arkadaşı krala "Ben bu rüyanın ne anlama geldiğini sizin için öğrenirim, yalnız bana izin verin de bir yere kadar gideyim" dedi.
RÜYANIN YORUMU
Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin! Perde, bu noktada bir an için kapanıyor. Tekrar açıldığında, sahnede yine hapishane: Sözkonusu kişi arkadaşı Yusuf'a rüyanın yorumunu sormaktadır.
46- Hapishaneye varınca dedi ki; "Ey özü-sözü dosdoğru Yusuf, yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz ineğe ve yedi yeşil başak ile bir o kadar sayıdaki kuru başağa ilişkin ne anlama geldiğini bize anlat ki, ben de adamların yanına döneyim de öğrensinler.
47- Yusuf dedi ki; "Yedi yıl boyunca topraklarınızı nadasa bırakmaksızın ekip biçersiniz. Elde edeceğiniz ürünü, yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında başak halinde saklayınız. "
48- "Bunun arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl gelir. Bu süre içinde, ayıracağınız az miktardaki tohumluklar dışında, bu yıllar için stok ettiğiniz ürünü yersiniz. "
Sözkonusu aracı Yusuf'a "özü-sözü dosdoğru!" diye sesleniyor. Yani Yusuf'u doğru mu doğru sözlü bir kişi olarak niteliyor. Bu, daha önce kendi meselesinde Yusuf'la alan deneyiminin sonucudur...
"Yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz ineği."
Kralın sözleri aynen aktarılmaktadır. Zira aracı bunun yorumunu istediğinden, aynen aktarmak için özen göstermektedir. Böylece ayetlerin üslubu içerisinde bu sözler bir kez daha yinelenerek perçinlenmektedir. Bununla bir yandan aktarımcının gösterdiği özene dikkat çekilmekte, diğer yandan da yorumun hemen bu rüyanın peşinde yeralması sağlanmaktadır.
Ancak Hz. Yusuf'un sözleri, sadece doğrudan bir yorum değildir. Tam tersine hem yorum, hem de olacaklar karşısında ne yapılması gerektiğini belirten bir öğüttür. Dolayısıyla da Yusuf'un sözleri son derece mükemmeldir:
"Yusuf dedi ki; "Yedi yıl boyunca topraklarınızı nadasa bırakmaksızın ekip biçersiniz" Devamlı yedi sene ekin ekiniz..."
Yani yedi yıl, ara vermeksizin, sürekli ekiniz. Bu, semiz ineklerin işaret ettiği, bereket ve bolluğun yaşanacağı yedi yıldır.
"Elde edeceğiniz ürünü, yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında başak halinde saklayınız."
Onları başaklarında bırakın! Böylece böceklerden ve olumsuz hava koşullarından bir zarar görmeyeceklerdir...
"Yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında."
Biçtiğiniz ekinlerin birazını öğütüp yiyiniz. Geriye kalanlarını ise, zayıf ineklerin simgelediği kıtlık yılları için depolayın.
"Bunun arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl gelir."
Dolayısıyla bu yıllarda ekin ekemeyeceksinizdir...
"Bu yıllar için stok ettiğiniz ürünü yersiniz."
Biriktirdiğinizin tümünü, dayanılmaz bir açlık ve oburlukla bu yedi yıl, yiyip tüketiverecektir.
"Ayıracağınız az miktardaki tohumluklar dışında."
Bu yedi yılın elinden, biriktirdiklerinizin ancak çok az bir miktarını kurtarıp saklayabilirsiniz
49- "Bunun arkasından da halkın bol yağmura kavuşacağı, üzümlerini ve zeytinlerini sıkıp şıra ve yağ elde edebilecekleri bereketli bir yıl gelir.
Sonra, bolluk yıllarındayken biriktirip depoladıklarınızı tüketen bu kuraklık yılları sona erer. Ve ardından yine bir bolluk yılı gelir. O zaman insanlar yine ekin ekebilme ve su olanağına kavuşurlar. Bağları, susamları ve zeytinleri yine ürünle dolar. Böylece şıra sıkmaları, yağ yapmaları mümkün olur...
Burada bu son bolluk yılına ilişkin kralın rüyasında herhangi bir işaretin bulunmadığını görüyoruz. Öyleyse Yusuf bunu, Allah'ın kendisine bahşettiği ilahi bilgiye dayanarak söylemiştir. Aracının kral ve insanları açlık ve kıtlık döneminden böylesine verimli ve bereketli bir yılın gelişiyle kurtulacaklarını müjdelemesi için, ona bu müjdeyi de eklemiştir.
50- Kral "O adamı bana getiriniz" dedi. Yusuf, yanına gelen kralın elçisine dedi ki; "Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor. Gerçi Rabbim, o kadınların bana kurdukları tuzağı iyi bilir."
Bu ayetin ardından bir başka sahneye geçiliyor. İki sahne arasında yine bir boşluk bırakılarak, bu arada olup bitenler okurun kendi kendine tamamlanmasına terkediliyor. Perde açıldığında yine kralın huzurundayız. Aracının rüyanın yorumunu krala aktarışına, rüyanın yorumlayıcısı Yusuf'a, onun hapisliğine, tutukluluk nedenine ve yaşadığı koşullara ilişkin sözlere ayetlerde yer verilmeksizin geçiliyor. Tüm bunların yaşandığı sahneyi anlatmadan geçen ayetlerde doğrudan doğruya, sonuçta kralın Yusuf'u görmek istediğini ve onun kendisine getirilmesini emrettiğini görüyoruz:
"Kral: O adamı bana getiriniz, dedi."
Burada üçüncü kez yine ayetlerde, kralın bu isteğinin nasıl uygulandığı gibi ayrıntılara yer verilmeksizin geçildiğine tanık oluyoruz. Birden, kralın elçisine yanıt vermekte olan Yusuf çıkıyor karşımıza. Bu elçi, daha önce gelip Yusuf'la görüşmüş olan aracı mı? Yoksa bu tür durumlarla görevli yetkili bir başka elçi mi? Bunu bilemiyoruz. Ancak, yıllardır hapiste olan Yusuf'un kurtulmak için hiç de acele etmediğini görüyoruz. Tam tersine o öncelikle meselesini halletmek; kendi durumuna ilişkin gerçeği tümüyle açığa çıkarmak; karanlık bir biçimdeki dedikoduların, komploların ve jurnallerin hiç de doğru olmadığını -tanıklar huzurunda- ortaya koyarak beraat etmek istemektedir... Zira O, Rabbince eğitilip terbiye edilmiş durumdadır. Bu eğitim, bu terbiye sonucudur ki, yüreği rahatlık, güven ve huzur doludur. Bu nedenle böylesi bir. olay karşısında aceleciliğe ya da tezcanlılığa gerek yoktur!
Yusuf'un iki tutumu arasındaki farklılık, sözkonusu ilahi terbiyenin izini somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Daha önce hapishane arkadaşına, "Efendinin yanında benden söz et." demiş olan Yusuf.. Şimdi ise, "Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor!" diyen Yusuf... Bu iki tutum arasında, dağlar kadar fark vardır...
"Yusuf dedi ki; `Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor. Gerçi Rabbim, o kadınların bana kurdukları tuzağı iyi bilir..."
Hz. Yusuf, kralın kendisini huzura çağıran buyruğunu reddetmişti! Reddetmişti, çünkü bir şartı vardı! Öncelikle kral, meselesini gerçek yüzüyle bilmeli; kadınların ellerini neden kestiklerini soruşturup öğrenmeliydi... Bu sözüyle aynı zamanda olayı ve görünümlerini, kadınların birbirlerinin kuyusunu kazdıklarını, sonuçta da bir hileyle kendisinin kuyusunu kazdıklarını hatırlatıyordu... Dolayısıyla bu davanın soruşturulması, Hz. Yusuf'un bulunmadığı ve tartışmalara girişmediği bir ortamda yapılmalıydı ki, gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıksın! .. Zira Yusuf kendine güveniyordu, suçsuzluğundan emindi. Gerçeğin ve hakkın uzun süre örtbas edilemeyeceğinden, gerçeğin ve hakkın uzun süre çarpıtılamayacağından kesinkes emindi o!
...................
99- Hz. Yakub ailesi, Hz. Yusuf un yanına vardığında O, ana-babasını bağrına bastı ve "Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde giriniz" dedi.
100- Ana-babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, babasına dedi ki; "Babacığım, bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyanın somut yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü. Ayrıca beni hapisten çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek bana lütufta bulundu. Hiç kuşkusuz Rabbim dilediklerine karşı lütufkâr davranır. O her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır. "
Aman Allah'ım! Ne kadar güzel bir sahnedir bu! Onca yılların ve nice günlerin ardından, karamsarlıkların ve düş kırıklıklarının ardından, acıların ve sıkıntıların ardından, sınavlara ve belalara maruz bırakılmanın ardından, dayanılmaz özlemlerin, bitmeyen üzüntülerin ve sızım sızım sızlatan dertlerin ardından geliveren ne görkemli bir sahnedir bu!
Hıncahınç heyecan, duygu, sevinç ve gözyaşı dolu bir sahnedir bu!
Bu son sahneyle, ilk sahne arasında da öylesine güzel bir uyum var ki! Başlangıçta bütünüyle bir gayb, geleceğe ilişkin bir bilinmezlik durumundaydı tüm bunlar. Son sahnedeyse bir bakıyoruz, tüm bunlar bizzat yaşanıyor! Ve tüm bunlar yaşanırken bakıyoruz ki, Hz. Yakub yine hiçbir zaman unutmadığı Allah'ını anıyor:
"Hz. Yakub ailesi, Hz. Yusuf'un yanına vardığında O, ana-babasını bağrına bastı ve `Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde giriniz' dedi."
101- Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin; canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat. "
"Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin.."
Bu anlamda sen beni yönetici kıldın,belirli bir makam ve mevki, mal sahibi yaptın. Bunlar dünya nimetlerinden bana lûtfettiklerindi.
"Beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın."
Bana olayların nasıl noktalanacağını kestirebilmemi, rüyaları yorumlayabilmemi sağladın. Bu ise, bilgi noktasında bana lûtfettiklerindendi. Tüm bunlar senin nimetlerin, senin lütuflarındı Rabbim! Onları bir bir hatırlıyor, sayıyorum...
"Ey göklerin ve yerin yaradanı!"
Yeri de gökleri de tek bir sözünle yaratıverdin. Bu noktada her şey de senin elindedir. Yer de, gökler de, oralarda yaşayanlar da senin gücüne hiçbir biçimde karşı koyamaz...
"Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin.." Tek destekçim, tek yardımcım sensin...
Rabbim, senin lütuflarının, senin gücünün göstergesidir tüm bunlar. Rabbim senden ne yöneticilik, ne sağlık, ne de mal mülk istiyorum! Benim senden istediğim, tüm bunlardan daha kalıcı, daha özenilesi bir şeydir:
"Canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat.."
Böylece makam ve mevki de, yöneticilik de, yeniden buluşma sevinci de, ailenin biraraya gelişi de, kardeşlerinin kaynaşması da hepsi geride kalıp gözden kayboluyor. Tüm görüntü sadece son sahneyle kaplanıyor: Bir kul sade bir birey olarak Rabbine el açmış; O'ndan müslümanlığını ölene dek korumasını, canının müslüman olarak alınmasını; ahirette iyi kullar arasına katılmasını dilemektedir.
Hz. Yusuf son sınavda da mutlak başarısının göstergesidir bu!..
Hz. Yusuf kıssasının bitiminin ardından burada kıssanın değerlendirilmesine ilişkin ayetler başlıyor. Sözkonusu değerlendirmelere, giriş bölümünde surenin tanıtma yazısı sırasında da değinmiştik. Bu değerlendirmelerin yanısıra bilinen bugünün ardındaki bilinmeyen gayba, geçmiştekilerin izlerine, yüreklerin en derindeki köşelerine, evrenin sayfalarına ilişkin esin yüklü turlara, değişik değinilere ve çeşitli yaklaşımlara da yer veriliyor. Bunları suredeki sıralarına göre gözden geçirelim. Bu sıralamanın belirli bir amacı olduğunu da vurgulamamız gerekir.
Seyyid Kutub'un Fizilal-il Kur'an tefsirinden alınmıştır...
Tüm Makaleleri Gör |